Soğuk Savaş Bitti mi… 1947’den 1991’e uzanan bu uzun dönem, insanlığın hafızasına sadece iki süper gücün güç mücadelesi olarak kazınmadı; aynı zamanda büyük bir illüzyonun, büyük bir kurgunun da adı oldu. Çünkü Soğuk Savaş’ın üzerine inşa edildiği temel argüman — “Sovyetler Birliği dünyayı ele geçirmek istiyor” iddiası — gerçekte hem abartılmış hem de jeopolitik bir araç olarak kullanılmış bir iddiadan ibaretti. Bu söylem, özellikle bugün “Küresel Güney” diye adlandırdığımız Asya, Afrika ve Latin Amerika coğrafyalarına yönelik bütün militarist, emperyalist ve müdahaleci politikaların resmî gerekçesi haline getirildi.
Yani mesele ideolojik değildi; mesele sistemin devamıydı.
Sovyetler Birliği çöküp tarih sahnesinden çekildiğinde, aslında dünya yeni bir sayfa açma fırsatı yakalamıştı. ABD için bile benzersiz bir dönem başlamıştı: Artık karşısında rakip yoktu, bloklar dağılmıştı, askeri dengeler tek kutba düşmüştü. Böyle bir ortamda, küresel sistemin yeniden tasarlanması ve özellikle Küresel Güney ülkeleriyle eşitlikçi, karşılıklı faydaya dayalı, sömürüsüz bir işbirliği modeli kurulması mümkündü. Böyle bir düzen, dünya ekonomisindeki yapısal çelişkileri hafifletebilir, büyük güçlerin kontrolü dışında daha adil bir küresel sistemin temelini oluşturabilirdi.
Ama ne oldu?
ABD siyasi elitinin tercihleri bu yönde olmadı.
Washington’daki karar vericiler, küresel kapitalizmin merkezinde yer alan büyük şirketlerin kısa vadeli çıkarlarını önceledi. Bu çıkarlar, “barışçıl işbirliği” değil, tam aksine askeri harcamaların sürdürülmesi, savunma sanayisinin büyütülmesi ve dünya üzerindeki askerî üslerin genişletilmesi yönündeydi. Soğuk Savaş bitmişti ama Soğuk Savaş’ın ekonomisi bitmemeliydi. Çünkü bu ekonomi, sadece dış politikayı değil, Amerika’nın iç yapısını da finanse ediyordu.
İşte bu yüzden, Sovyetler çöktükten sonra dünyanın daha barışçıl bir sisteme gireceği yönündeki beklenti yerini hızla yeni bir gerçekliğe bıraktı:
Yeni düşman arayışı…
İdeolojik tehdit bitince, ekonomik tehdit tanımlandı. Ardından terör tehdidi, sonra nükleer tehdit, ardından “çökmekte olan devletler” tehdidi… Dünya, tehdit üretme döngüsüne sokuldu. Çünkü tehdit yoksa savunma harcaması da olmazdı.
Küresel Güney ülkeleri ise bu süreçte kaderlerine terk edilmedi; aksine yeniden yapılandırıldı. Ama bu yeniden yapılandırma, kalkınma ve refah anlamında değil; bağımlılık ilişkilerinin daha da derinleştiği bir düzen anlamındaydı. Yeraltı kaynakları, enerji hatları, tarım arazileri, limanlar, borç mekanizmaları… Hepsi küresel ekonominin büyük oyuncularının denetiminde tutuldu. Bu ülkelerin egemen eşitliği kâğıt üzerinde kaldı; pratikte ise ekonomik ve siyasi baskılarla sürekli yönlendirilen bir düzen inşa edildi.
Sovyetler Birliği’nin dramatik çöküşü, dünyanın barışa yönelebileceği bir dönüm noktası olabilirdi.
Olmadı.
Çünkü karar vericilerin zihniyeti değişmedi. Zihniyet, “düşman varsa üstünüz, düşman yoksa düşman yaratırsınız” anlayışı üzerine kuruluydu.
Bugün karşı karşıya olduğumuz dünya düzeni, Soğuk Savaş’ın bir devamı değil; Soğuk Savaş’ın yeniden paketlenmiş hâlidir.
Küresel Güney hâlâ kontrol altında tutuluyor.
Ekonomik eşitsizlik hâlâ yapısal bir araç olarak kullanılıyor.
Ve güç, hâlâ tek merkezde toplanmak isteniyor.
Bu yüzden, Soğuk Savaş bitmedi; sadece kıyafet değiştirdi.
Söylem değişti ama amaç değişmedi.
Ve dünya, hâlâ o büyük illüzyonun içinde yaşamaya devam ediyor.
Yorumlar
Kalan Karakter: